Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

TÜRKEŞİN HEDEFİ YÜZBİN KOMANDO

Aşağa gitmek

TÜRKEŞİN HEDEFİ YÜZBİN KOMANDO Empty TÜRKEŞİN HEDEFİ YÜZBİN KOMANDO

Mesaj  GençKurt Ptsi Eyl. 28, 2009 5:30 pm

Teşkilâtlanma çalışmaları devam ederken, kendimizi doğru olarak milletimize tanıtma çalışmaları da yapmak istiyorduk. Henüz Millî Hareket dergisinden başka sesimizi doğru olarak duyuran bir yayın yoktu.

Benim, o sırada popüler ve çok satan GÜNAYDIN gazetesinde çalışan Namık (Merhum) diye bir milliyetçi arkadaşım vardı. İskenderunlu olan bu arkadaşın esas mesleği öğretmenlikti. Fakat gazetecilik tutkusu ile İstanbul'a gelmiş, burada kendini kabul ettirerek, o zamanın en büyük gazetelerinden olan Günaydın'ın yazı işlerinde önemli bir görev almıştı.

Kendisine, bizim Küçüksu'da kurulan Komando Kampında bir röportaj yapılıp yapılamayacağını sordum. O bunun çok güç olduğunu, gazetenin buna hazır olmadığını, fakat kendisi gece sekreteri olarak kaldığı bir zaman bunu başlatabileceğini, gazetenin başlayan bir yazı dizisini kesemeyeceğini, söyledi. Beraberce bir plân yaptık. Fotoğrafları ve yazıları ben hazırlayacaktım. Kampa giderek, gündüz ve gece fotoğrafları çektim. Dört gün sürecek bir yazı dizisi hazırladım.Arkadaş, iki gün sonra, sürmanşetten röportajı yayınlamağa başladı. 8 sütun üzerine ve çok büyük puntolarla verilen başlık şöyle idi:

Türkeş'in hedefi 100 000 komando... Ben yazıyı dört günlük hazırlamıştım. Fakat Namık, ilk gün iki yazıyı birden, birinciyi birinci sayfadan tam sayfa olarak verdi. Yazı üç günde tamamlandı. İpe tırmanan, gece eğitimi yapan gençlerin fotoğrafları bir ânda fırtınalar kopardı. Diğer gazeteler de yavaş yavaş bizden haberler yapmağa başladılar. Fakat o yazı arkadaşımızın başını yedi. Bir süre sonra gazeteden kovuldu. Başka bir gazeteye de giremedi. Kendi, magazin dergisi falan çıkararak, geçimini temin etmeğe çalıştı. Tekrar mesleğine dönmek için memleketi İskenderun'a döndü. Bir süre sonra, onun bir trafik kazasına kurban gittiğini öğrendik. Gerçekten, idealist, fedakâr ve yetenekli biriydi. Allah rahmetini esirgemesin...

Ülkücü kampları

1967 yılından itibaren, Türkiye'nin her tarafında, yaz aylarında eğitim kampları açmağa başladık. Bunlara basın KOMANDO KAMPLARI adını yakıştırdı. Bu kamplar öyle hızlı yayıldı ki, bizim kontrol etmemiz bile imkânsızlaştı. Türkiye'de Millî Şuur, bilhassa gençlik arasında hızla yayılıyordu

Türkeş, partinin büyümesinden çok, gençliğin millî bir ruhla yetişmesi için çalışır, bizi de buna teşvik ederdi. İsmet Paşa ve Menderes döneminin uyuşuk, pısırık, millî ülkülerden uzak, Avrupa hayranı gençliğin, Türk milletinin istikbali olamayacağını her vesile ile tekrarlardı. Türk genci, manevî değerlere bağlı, şuurlu, atılımcı olmalıydı. Gerekirse bunun için fedakârlık yapmalı, topluma öncü olmalıydı...1967 de, Ankara merkez olmak üzere ÜLKÜ OCAKLARI kurulmağa başladı. Ülkü Ocakları önce her fakültede bağımsız çalışıyordu. Sonradan birlik halini aldı. Bu kuruluşların organizesini ise o zamanki gençlik kolları genel başkanı Sadi Somuncuoğlu yapıyordu.

Sadi Somuncuoğlu bana, İstanbul'da şube açılması için, bir ocak tüzüğü gönderdi. O günün şartları içinde, hemen bir yer kiralamamız mümkün değildi. Gençlerden bir ekip kurdum. Bizim dükkân İstanbul Ülkü Ocağı merkezi olarak gösterildi. Osman Bahadır'ın başkanlığında ilk şube kuruldu. Birkaç hafta partide idare eden ocağa, Nuruosmaniye Caddesinde iki odası olan bir yer kiraladım. Ve ocak faaliyete geçti. Lise çağındaki gençlerin de teşkilâtlanması için Ankara'da bir çalışma yapıldığını duyuyordum. Ankara'ya genel merkeze gittiğim bir gün, partide otururken yanıma Salih Dilek geldi.

Kendisi bizim Millî Hareket'in Ankara'da satılması için uğraşıyordu.Galiba o sırada lise ikinci sınıfta idi. Elinde tuttuğu bir resmi bana göstererek: “Ağabey, liseli gençleri teşkilâtlandırmak için Genç Ülkücüler Teşkilâtı'nı kuruyoruz. Amblem olarak bunu düşünüyoruz.'' Diyerek elindeki resmi gösterdi. Bu, başını göğe doğru kaldırmış bir kurt resmi idi., Kalemimi çıkararak, kurt'u çevreleyen ve açık tarafı yukarı olan bir hilâl çizdim. Böyle olursa daha güzel olacağını söyledim. Sonra o amblem gençlik kolları ile, Genç Ülkücüler Teşkilâtı'nın amblemi oldu.

Salih Dilek, genel başkan olarak, bu teşkilâtı Türkiye çapında yaydı. Ülkücü gençliğin yetişmesinde büyük hizmetler yaptı. (Şimdi ise, Ortadoğu'nun en büyük sanayi kuruluşlarından olan, Ankara Organize Sanayi sitesinde kurduğu bir kooperatifin başkanlığını yapıyor ve iş hayatında da hizmetlerine devam ediyor.)
Bu teşkilâtlanmalar devam ederken, Türkiye çapında, Moskova'ya bağlı komünistler, basındaki ve diğer odak noktalarındaki yandaşlarıyla bize saldırıp duruyorlardı. Polis, iktidarın pasifliği yüzünden etkili olamıyordu. Ülkücü gençliğin okullara girmesi, hattâ yollarda yürümesi bile tehlikeli olmağa başlamıştı.
Bunu önlemek, Türkiye'ye dolayısıyla okullara sahip çıkmak gerekiyordu. İş başa düşmüş, iktidarın yapamadığını biz yapacaktık.

1967 yılından itibaren, Türkiye'nin her tarafında, yaz aylarında eğitim kampları açmağa başladık.Bunlara basın KOMANDO KAMPLARI adını yakıştırdı. Bu kamplar öyle hızlı yayıldı ki, bizim kontrol etmemiz bile imkânsızlaştı. Türkiye'de Millî Şuur, bilhassa gençlik arasında hızla yayılıyordu.İstanbul'da önce Silivri'de, bir sonraki yıl ise Küçüksu'da açıldı. Bu kamplar birkaç yıl yaz aylarında devamlı açıldı ve burada gençler hem fikrî ve hem de fizikî olarak yetiştirildi.

İktidarda olanlar, basından pek çok yazar ve çizer, Türkiye'deki sürtüşmenin basit bir sağ-sol kavgası olduğunu söylüyorlar, işi hafife alarak, ilerideki yılların kanlı mücadelesine zemin hazırlıyorlardı. Sağcı geçinen pek çok yazar da bu gafletin içinde idi. Biz, karşımızdakilerin üç-beş çapulcu solcu değil, ellerinde bol para, bol silâh olan, yurt dışında (Bekaa vadisi ve Rusya) eğitilen, kızıl ordunun Türkiye uzantıları olduğunu biliyorduk. (1980 ihtilâlinden sonra ortaya çıkan belgeler bizim haklı olduğumuzu gösterdi.) Süleyman Demirel'in Başbakanlığı sırasında meydana gelen bir olayı ibret olması bakımından buraya aktarmak istiyorum: Deniz Gezmiş (Komünist ihtilâl hazırlamak suçundan, askeri mahkemede idama mahkûm edildi ve asıldı.) önderliğinde İstanbul Üniversitesinde toplanan, elleri tabancalı, tüfekli beşbine yakın bir grup, Taksim'de komünizmi tel'in etmek için toplanan her kesimden sağcılara saldırmak için, oraya doğru yürüyüşe geçtiler.

Biz, iki arkadaş, Beyazıt'taki, küllük adlı çay bahçesinden onları seyrediyorduk. Yanımda merhum Yücel Yedidağ vardı. Bana, Unkapanı yolu ile Taksim'e gitmemizi teklif etti. Ben, devlet eğer devletse, birbirine bu kadar kızgın iki topluluğu birbirleriyle temas ettirmeyeceklerini, en fazla solcuların gidiş istikametinde olan Galata köprüsünü kapatarak, onların karşıya geçmelerini önleyeceğini, söyledim. Yücel ısrar etti. Beraberce, yürüyerek Taksim'e çıktık. Taksim meydanında, her renkten sağcı toplanmış, komünistleri bekliyorlar, ülkücüler her zaman olduğu gibi gene ön safta, kalabalığı organize etmeğe çalışıyorlardı. Ben, ne olursa olsun, komünistlerin oraya bırakılmayacağına halâ inanıyordum. Fakat benim düşündüğüm gibi olmadı. Biz Taksim parkında, yüksekçe bir yerdeydik. Birden komünistler, bağıra çağıra, çevresi sağcılarla çevrilmiş, ortada bir sıra polis olan meydana girmeğe başladılar. Meydanın çevresindeki polisler bir anda kayboldu. Biz, Yücel'le beraber, komünistlere doğru koşmağa başladık. Elimizde, oradaki ağaçlardan kopardığımız birer sopa vardı.

O sırada, biz daha meydanın ortasına varmadan Gümüşsuyu tarafı karıştı. Sonradan öğreniyorum: O bölgeyi Samsun yurdunun ülkücü öğrencileri tutmuş. Komünistler eğer meydana tam olarak girseler, belki yüzlerce kişi ölecek. Daha karşı tarafın ilk gurubu gelirken ülkücüler hücum etmişler. Komünistler iki dakika direnseler, arbede katliama dönüşecekti. Allahtan kaçıp, dağıldılar. O hadisede galiba bir ya da üç kişi öldü, epey insan yaralandı. Olayın tek sanığı da, bizim Samsun'lu Ahmet Atalay oldu. Bilirkişi (nasıl bilirkişi ise) çekilen bir fotoğraftaki eli bıçaklı birinin burnunu bizim Atalay'ın burnuna benzetti. Ahmet o burun yüzünden epey bir süre cezaevinde yattı, sonra beraat ederek çıktı...

Olaydan sonra,siyasiler ve gazeteciler, kızgın iki grubu karşı karşıya getirdiği için o günkü iktidarı tenkit etmeğe başladılar. Onların verdiği cevap enteresandı: “Ne olacak, iti ite kırdırdık...'' O günkü iktidar böyle bir iktidardı işte. Millet ve gençlik canını ve namusunu korumak için kendileri teşkilâtlanmağa başlamışlardı. Aynı millî mücadeledeki Anadolu gibi. Bu arada Türkiye'de olaylar hızla artmağa başlamıştı. Pek çok sendikayı ele geçiren komünistler, fabrikaları parçalıyorlar, mağazaları yağmalıyorlardı. İstanbul ve İzmir'de yaptıkları gösterilerde, her tarafı ateşe veriyor, barikatlar kuruyor, polislerle çatışıyorlardı. Türkiye'de öldürülenler hızla artıyor, komünistler hedef olarak ülkücüleri gösteriyorlardı.

İktidar ve muhalefet (C.H.P.) sanki komünistlerin Türkiye'yi ele geçirmelerine yardımcı oluyorlar, bunun adına da hoşgörü diyorlardı. Hiç unutmuyorum, sağcı iktidarın bir Bakanı, kendisiyle yapılan bir gazete röportajında; Sosyalizmin tarihi bir süreç olduğunu, bunun Türkiye'de de tamamlanacağını söylüyordu. Muhalefetteki Selâmet Partisi'nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ise; komünistler bizim namaz kılmayan kardeşlerimiz, diyerek sanki onların yollarını açıyordu.

Necmettin Erbakan ile ilgili iki hatıramı anlatmak istiyorum:

Ankara'da, genel merkezdeydim. Türkeş beni çağırdı ve: “Karabacak, Necmettin Erbakan'ı bugün Başkanı olduğu Odalar Birliği'nden polis zoru ile çıkaracaklarmış. Belki hırpalarlar: Yanına birkaç kişi al, hırpalanmasını önleyin'' dedi.

Genel merkezde olan, tanıdığım bazı gençleri yanıma alarak, yakınımızda olan Odalar Birliği binasına gittim. Vardığımızda, Erbakan'ın binadan çıkarıldığını öğrendim. Döndüm, Türkeş'e durumu bildirdim. Sonra öğreniyoruz; Erbakan, oradan atıldıktan sonra, kendisini oradan attıran Adalet Partisi Genel merkezine, partiye katılmak için gitmiş, fakat içeri alınmamış. Sonra, kendisi parti kurdu. Ben 1973' de Kastamonu'dan milletvekili adayı idim. Erbakan'ın Araç ilçesine geldiğini duyduk. Sonra, Kastamonu merkezine gelerek bir konuşma yaptı. Araç ve Kastamonu konuşmalarını dinleyen bir vatandaş anlattı: Erbakan Araç'ta ayakkabı fiyatlarını 30 liraya indireceklerini (O günkü para birimi böyle idi) söylemiş.

Kastamonu da ise, 35 lira demiş. Her iki konuşmayı dinleyen vatandaş, Araç konuşmasını hatırlatmış. Erbakan: “Biz her yerin alım gücüne göre fiyat tespit edeceğiz'' demiş. İşte bu adam, halâ bazılarının ümidi... Türkiye uyuşuk bir iktidar ve nemelâzımcı bir muhalefet ile hızla Sovyetlerin peyki olma durumuna geliyordu. Biz öyle görüyorduk... İstanbul'da meşhur 15-16 haziran 1971, komünist ayaklanmasında etraf kan gölüne dönmüş, özellikle Kadıköy tarafında dükkânlar ve evler yağmalanmıştı.

O sırada sıkı yönetim ilân edildi. Fakat olaylar durmuyor, komünistler orduya da direnmeğe çalışıyorlardı.

Bir gün dükkâna, sabah erken, eskiden beri tanıdığım Albay Alaattin Polat (Şimdi emekli) geldi. Kendisi sıkı yönetimde çok önemli bir görevdeydi. Endişeli olduğunu sezdim. Bana, bir ihtilâl olursa, kendilerinin ne yapmaları gerektiğini üstü kapalı olarak sordu. Ben, hemen o gün Ankara'ya gittim. Türkeş'e durumu bildirdim. Türkeş bana, o sırada Genel Kurmay Başkanı olan merhum Memduh Tağmaç'ın vatansever bir asker olduğunu, ona herkesin güvenmesi gerektiğini söyledi. İstanbul'a dönerek, Alaattin beye bunu söyledim...

Ortalık kan deryası ve memleket kaosun içinde çırpınırken, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç hükümete, 71 muhtırası diye tarihe geçen, muhtırayı verdi ve istifalarını istedi. Süleyman Demirel her zaman yaptığı gibi, şapkasını alarak gitti. Nihat Erim başbakanlığında bir hükümet kuruldu. Ordu, bir kere daha Türkiye'yi kurtarmıştı. Ordu'nun Türkiye'nin yönetimine ağırlığını koyması, o zamana kadar yakalanmayan komünist ve bölücü elebaşıların ele geçmeğe başlaması, memlekette geçici de olsa, bir ferahlık yarattı.

Ülkücüler bu ferahlık ortamında, eğitimlerini sürdürme imkânı buluyorlar, bu arada bol bol kültür kitapları okuyorlar, kendilerini yetiştiriyorlardı. Ülkücü yazarlar yavaş yavaş eserler vermeğe de başlamışlardı. Tarım Kentleri, (Tahsin Yahyaoğlu takma adıyla Alb. Tahsin Ünal) Milliyetçi Sanayi Sistemi (Ali Bayındır) ve Dokuz Işık'ı yorumlayan pek çok ülkücünün kitabı bu arada çıktı...

BİR PORTRE :Komando Mustafa

Komando Mustafa'yı 1966 yılında tanıdım. Halâ tereddüdüm var; acaba komando sıfatı ondan teşkilâta mı geçti, yoksa sonradan mı ona bu sıfat takıldı?

Silifke'li bir gençti. Orman fakültesine, memleketinden okumağa gelmişti. Fakat o yıllar bu fakülte, sanki komünistlerin ve bölücülerin işgali altında idi. Büyük bir terör estirmişler, kendilerinden olmayan herkesi susturmuşlardı.

Mustafa, uzun boylu, bir esmer erkek güzeli idi. Güçlü, kuvvetliydi. Bir ara boks yaptığı için kavgayı dövüşü iyi biliyordu. Okula gelip, komünistlerin durumunu görünce çileden çıkmıştı. Kısa sürede, İstanbul'daki milliyetçi muhitlerle temasa geçti. Okul uzak olmasına rağmen, her fırsatta yanımıza geliyor, her gelişinde yanında yeni birini getiriyordu. Bu arada aynı okuldan Secaattin Terzioğlu ve Ali Sırtlı'da el altından çalışmağa başlamışlardı. Ülkü ocaklarını önce bu gençler Orman Fakültesi'nde, Ülkücü Milliyetçiler Derneği adıyla kurdular. Sonra bu dernek, Ülkü Ocakları'na dönüştürüldü. O kaoslu günlerde, bir haber geldi:

Mustafa Ok, arkadaşlarıyla beraber, terör estiren komünist ve bölücüleri Orman Fakültesi yurdundan atmıştı.Mustafa'nın adı, zannediyorum o günden sonra, Komando Mustafa adıyla anılmağa başladı. Artık, her yürüyüşümüzün önünde o yürüyor, çekişmeleri önlemede aracılık ediyordu. Edebiyat fakültesini basan binlerce solcuyu, pek az sayıdaki ülkücünün, başlarında Mustafa olduğu halde nasıl kovaladıkları halâ gözümün önünde...

70'li yıllarda 18 Mart yıldönümünde, Çanakkale'de büyük bir yürüyüş yapıldı. Bu yürüyüşe binlerce ülkücü katıldı. En başta Mustafa, sert adımlarla geliyordu. Müthiş bir sahne idi bu. Ben, meydanda yürüyüşün filmini çekiyordum. Konuşma kürsüsünde tabii senatörlerden, Türkeş'in eski ihtilâl arkadaşı Mehmet Özgüneş vardı. Türkeş'ten, milliyetçi biri olduğunu duymuştum. Özgüneş, önde yürüyen Mustafa'yı ve arkadan gelen ardı arkası kesilmeyen ülkücü gençleri görünce gözyaşlarını tutamadı ve kürsüde ağladı.Bu film halen benim arşivimde duruyor. Kim bilir neler düşündü o sırada? Belki de Türkeş'e yaptıkları ihanet aklına geldi... Mustafa, Türk Milliyetçiliği davasına uzun yıllar hizmet etti. Zaman zaman görüşürdük. O kendine özgü hürmeti hiçbir zaman eksilmedi.

Onu son olarak, Türkeş'in cenazesinde Ankara'da gördüm. Üzüntünün, bir insanın yüzüne ne şekilde vurduğunu o zaman bir daha anladım. Kendini boşlukta hissediyor, yüzbinlerin toplandığı Kocatepe camiinin avlusunda üzgün üzgün geziniyordu. Bir süre önce, onun yakın arkadaşlarından, dostum Hikmet Yüksel telefon etti. Komandonun vefat ettiğini söyledi. Ağır hasta olduğunu yeni duymuş, ziyarete gitmeğe hazırlanıyordum. Ama bu mümkün olmadı. Cenazesi, sanki ülkücülerin miting alanına döndü. Tekbirlerle mezarlığa götürüldü. Komando Mustafa Ok, çok hizmet etti. Ülkücü gençlerin örnek alacağı bir ağabeydi...
GençKurt
GençKurt
KIDEMLİ ÜYE
KIDEMLİ ÜYE

Mesaj Sayısı : 819
Teşekkür Sayısı : 2
Kayıt tarihi : 08/09/09
Yaş : 28
Nerden : Turan

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz